1976 yılında Paris Güzel Sanatlar Okulundan mezun olarak beyaz, boş tuvalle yüyüze geldiğinde ilk korkusunu yaşayan Emmanuelle Selimoğlu şu soruyu sorar kendine; « Anlatmaya değer bir şeyim var mı? ». Ardından ikinci soru gelir. « Varsa bunu nasıl anlabilirim? ».
Aslında tuval beyazdı ama boş değildi. Resmi başlatan korkuları ve iki sorusu vardı.
Çalışmalarında akrilik tekniğini beninsemesinin kuşkusuz kendince çok önemli nedenleri vardı. Neydi bu nedenler? Onun anlatmasıyla kısaca değinelim; « Jeolojide toprağın katmalarında zamanın izi vardır. Akrilik tekniğinde hiçbir şey tamamen silinmez. Şeffaf bir boya olduğu için bütün katmanları görebilirsiniz. Bu insan yaşamında da aynıdır. Yaşanmışlıkların izleri görünür, geçmişteki anılar hafifçesilik yakın anılar canlıdır.
Bu malzemeyle daha anlamlı çalışılabilir, gerçeğiyle hissetiğim ve gördüğüm her şeyi toprak katmanları gibi üst üste çalışarak vermek istedim ».
Paris’teyken bu teknikle yaptığı irili ukaklı peyzaj çalışmalarının bir süre sonra kendisini tatmin etmediğini farketti. Bir şeyler hep eksikti, bir şeyler hiç yetmiyordu.
Salt gözleme dayalı bu çalışmalara katması gereken başka unsurlar
vardı. Neydi bunlar? Kafasının içinde derinliklere inmesi gerekiyordu. Düşle gerçek arasındaki o ince çizgide dolaşmaya başlamış, bu çizgiye açılan dar koridorlara ilk adımını atmıştı. İstediği tam olarak buydu.
Yaşamın acımasız gerçeğiyle tanıştığı bu dönemler kuşkusuz onun bu içsel yolculuğunda kılavuz olmuştu. Aşka, ölüme, arzuya dair metafizik sorgulamaların da başladığı bu dönemde koridor diye adım attığı yolun aslında bir labirent olduğunu daha sonra anladı.
Bütünüyle, çalışmalarının odağına koyduğu, insanın insanla, insanın
yaşamla, sorguladığı konuları işlemeye başlaması tam da bu döneme
rastlamaktadır. Günkü labirentte ne yöne sapsa karşısına çıkan ta
kendisiydi. Bunu kendi içinde, gerek resimlerinde sürdürürken; aynı
zamanda izleyenleri de kendi içlerinde bir sorgulamaya zorluyordu.
Tabi bu yapılanmalarda ressamın Paris’te esen 68 rüzgârının üstünden henüz dökülmemiş tozları vardı. Yıl 1984… ve İstanbul
Henüz küçük yaşlardayken İspanya’da yaşadığı bir dönemin bilinç altında bıraktığı mutlu anılarının bir anda Akdeniz güneşi gibi parlak,
sıcak yansıması olmuştu İstanbul. Görür görmez aşık olmuştu bu kente.
Rüyalarındaki görüntüler, bilinçaltındaki duygular İstanbul’u adeta ete kemiğe bürümüşcesine somutlaştırıyor, tuvallerine en ince ayrıntılariyla yansıyordu.
İstanbul, kendisine aşık bir Fransız ressamın gözünde yeniden, kimbilir kaçıncı kez modellik yapıyordu o kıştırtıcı duruşuyla.
2000 yılında Strabourg’ta Türkiye’den gelen ressamların katıldığı
İstanbul konulu resim sergisinde. Emmanuelle Selimoğlu bu kente dair gözlemlerini yansıttığı tuvalleriyle beğeni kazanmıştır.
Her ne kadar düşlerden, rüyalardan, bilinçaltından söz etsek de; ressamın, gerçekliği kavrayış ve yantsıtma çabalarında ki bazı resimlerde kullandığı materyaller, buruşuk kumaş, kağıt parçaları, danteller, fotograflar, özgün lekeler vs- yaşamın ayrıntıların sunmak
uğruna gerçekliği göz ardı etmediğini belirtmeliyiz.. Bu çabanın altında, ressamın aynı zamanda bütün bu çalışmalarının bizi içine çekmesinin yanısıra, bir tanıklığa da zorlamasını yadsıyamayız.
Kısacası Selimoğlu bize, yalnızca susun ve bakın der gibi…
-Güler Selçuk, Zerrin Koç.